Hürriyet

banner image

Hürriyet

Siirleri — Nazım Hikmet RAN…

Türk ve Dünya Şiirinin Ulu Çınarı, Ünlü Türk Şairi Nazım Hikmet RAN ı  ÖLÜMÜNÜN 56. YILINDA SAYGIYLA ANIYORUZ
|03.06.196303.06.2019|
Türk ve Dünya Şiirinin Ulu Çınarı, Ünlü Türk Şairi Nazım Hikmet RAN ı  DOĞUMUNUN 118. YILINDA SAYGIYLA ANIYORUZ
|17.01.190217.01.2020|
|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı Imparatorlugu 03.06.1963MoskovaS.S.C.B.|
|Türk SairOyun YazarıRomancıAnı YazarıRomantik Komünist ve Romantik Devrimci|
|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı Imparatorlugu 03.06.1963MoskovaS.S.C.B.|
|Türk SairOyun YazarıRomancıAnı YazarıRomantik Komünist ve Romantik Devrimci|

Nazım Hikmet RAN
Şıirleri  Nazım Hikmet RAN
03 Haziran 2019 Pazartesi 
Yürümek  Nazım Hikmet RAN

Yürümek;
…yürümeyenleri
Arkanda boş sokaklar gibi Bırakarak,
Havaları boydan boya Yarıp ikiye
Bir mavzer gözü gibi
Karanlığın gözüne
Yürümek! …

 Yürümek
Dost omuzbaşlarını
Omuzlarının yanında duyup,
Kelleni orta yere
Yüreğini yumruklarının içine koyup
Yürümek! …

 Yürümek;
…yolunda pusuya yattıklarını,
Arkadan çelme attıklarını
Bilerek
Yürümek …

 Yürümek;
yürekten
gülerekten
Yürümek

Yürümek  Nazım Hikmet RAN

|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı İmparatorluğu  03.06.1963MoskovaSSCB|
|TürkSair OyunYazarıRomancıAYazarıRomantikKomünist ve RomantikDevrimci|

Nazım Hikmet RAN
Ölçü   1947  Nazım Hikmet RAN
17 Ocak 2018 Çarșamba
Ölçü1947Nazım Hikmet RAN

Sevdiğin müddetçe  
                      ve sevebildiğin kadar, 
sevdiğine her şeyini verdiğin müddetçe 
                      ve verebildiğin kadar gençsin…

Ölçü1947— Nazım Hikmet RAN
Ölçü  Nazım Hikmet RAN 1947Kaynak: Nazım Hikmet Bütün Siirleri Yapı Kredi Yayınları

|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı İmparatorluğu  03.06.1963MoskovaSSCB|
|TürkSair OyunYazarıRomancıAYazarıRomantikKomünist ve RomantikDevrimci|

Nazım Hikmet RAN
Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni  Nazım Hikmet RAN
17 Ocak 2018 Çarșamba
Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni06.Aralik.1945  Nazım Hikmet RAN …

 Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni:
ölüm ve zafer haberlerinin içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken...

 Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni:
Bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin
ve saçlarında
vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının...
İçimde ikinci bir insan gibidir
seni sevmek saadeti...
Parmaklarının ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının,
güneşli bir rahatlık
ve etin daveti:
kıpkızıl çizgilerle bölünmüş
sıcak
koyu bir karanlık...

 Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni:
yazmak sana dair,
hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek:
filanca gün,filanca yerde söylediğim söz,
kendisi değil
edasındaki dünya...

Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni:
Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine:
bir çekmece
bir yüzük,
ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım.
Ve hemen
fırlayarak yerimden
penceremde demirlere yapışarak
hürriyetin sütbeyaz maviliğine
sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım...

 Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni:
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken...

Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni05.Kasim.1945  Nazım Hikmet RAN

Saat 21  22 Siirleri  Piraye Için Yazilmis  Nazım Hikmet RAN
Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni  Nazım Hikmet RAN 05.Kasim.1945Kaynak: Nazım Hikmet Bütün Siirleri Yapı Kredi Yayınları

|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı İmparatorluğu  03.06.1963MoskovaSSCB|
|TürkSair OyunYazarıRomancıAYazarıRomantikKomünist ve RomantikDevrimci|

Nazım Hikmet RAN
O Şimdi Ne Yapıyor  23.Eylül.1945  Nazım Hikmet RAN
17 Ocak 2018 Çarșamba
 
O Şimdi Ne Yapıyor23.Eylül.1945NazımHikmetRAN

O Şimdi Ne Yapıyor
Şu anda şimdi, şimdi?
Evde mi, sokakta mı,
Çalışıyor mu, uzanmış mı, ayakta mı?
Kolunu kaldırmış olabilir,
Hey gülüm,
Beyaz, kalın bileğini nasıl da çırçıplak eder bu hareketi!

 O Şimdi Ne Yapıyor,
Şu anda, şimdi, şimdi?
Belki dizinde bir kedi yavrusu var,
Okşuyor.
Belki de yürüyordur, adımını atmak üzredir,
Her kara günümde onu bana tıpış tıpış getiren
Sevgili, canımın içi ayaklar!... —
Ve ne düşünüyor
Beni mi?
Yoksa
Ne bileyim
Fasulyanın neden bir türlü pişmediğini mi?
Yahut, insanların çoğunun
Neden böyle bedbaht olduğunu mu?

O şimdi ne düşünüyor,
Şu anda, şimdi, şimdi?

O Şimdi Ne Yapıyor21.Eylül.1945NazımHikmetRAN

Saat 21  22 Siirleri  Piraye Için Yazilmis  Nazım Hikmet RAN
O Şimdi Ne Yapıyor Nazım Hikmet RAN 05.Kasim.1945Kaynak: Nazım Hikmet Bütün Siirleri Yapı Kredi Yayınları

|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı İmparatorluğu  03.06.1963MoskovaSSCB|
|TürkSair OyunYazarıRomancıAYazarıRomantikKomünist ve RomantikDevrimci|

Nazım Hikmet RAN
Seni Düşünmek  1947  Nazım Hikmet RAN
17 Ocak 2018 Çarșamba
Seni Düşünmek30.Eylül.1945Nazım Hikmet RAN

Seni Düşünmek Güzel Şey
Ümitli Şey
Dünyanın En Güzel Sesinden En Güzel Şarkıyı Dinlemek Gibi Bir Şey.
Fakat Artık Ümit Yetmiyor Bana,
Ben Artık Şarkı Dinlemek Değil
Şarkı Söylemek İstiyorum

Seni Düşünmek30.Eylül.1945— Nazım Hikmet RAN
Zafere Dair  Nazım Hikmet RAN 05.Kasim.1941Kaynak: Nazım Hikmet Bütün Siirleri Yapı Kredi Yayınları

|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı İmparatorluğu  03.06.1963MoskovaSSCB|
|TürkSair OyunYazarıRomancıAYazarıRomantikKomünist ve RomantikDevrimci|

Nazım Hikmet RAN
İçinde Sen Varsın  1947  Nazım Hikmet RAN
17 Ocak 2018 Çarșamba

İçinde Sen Varsın  22.Eylül.1945  Nazım Hikmet RAN

Kitap okurum :
İçinde Sen Varsın,
Şarkı dinlerim :
İçinde Sen.
Oturdum ekmeğimi yerim :
Karşımda sen oturursun,
Çalışırım :
Karşımda sen.
Sen ki, her yerde «hâzırı nâzır»ımsın,
Konuşamayız seninle,
duyamayız sesini birbirimizin:
Sen benim sekiz yıldır dul karımsın

İçinde Sen Varsın  22.Eylül.1945  Nazım Hikmet RAN

Saat 21  22 Siirleri  Piraye Için Yazilmis  Nazım Hikmet RAN

|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı İmparatorluğu  03.06.1963MoskovaSSCB|
|TürkSair OyunYazarıRomancıAYazarıRomantikKomünist ve RomantikDevrimci|

Nazım Hikmet RAN
Saman Sarısı11961  Nazım Hikmet RAN
17 Ocak 2018 Çarșamba
Saman Sarısı  1  1961  Nazım Hikmet RAN

Ayrılık masanın üstündeydi kahve bardağınla limonatamın arasında
onu oraya sen koydun
bir taş kuyunun dibindeki suydu
bakıyorum eğilip
bir koca kişi gülümsüyor bir buluta belli belirsiz
sesleniyorum
seni yitirmiş geri dönüyor sesimin yankıları
ayrılık masanın üstündeydi cıgara paketinde
gözlüklü garson getirdi onu ama sen ısmarladın
kıvrılan bir dumandı gözlerinin içinde senin
cıgaranın ucunda senin
ve hoşça kal demeğe hazır olan avucunda
ayrılık masanın üstünde dirseğini dayadığın yerdeydi
aklından geçenlerdeydi ayrılık
                 benden gizlediklerinde gizlemediklerinde
ayrılık rahatlığındaydı senin
                                         senin güvenindeydi bana
büyük korkundaydı ayrılık
birdenbire kapın açılır gibi sevdalanmak birilerine ansızın
oysa beni seviyorsun ama bunun farkında değilsin
ayrılık bunu farketmeyişindeydi senin
ayrılık kurtulmuştu yerçekiminden ağırlığı yoktu tüy gibiydi diyemem
          tüyün de ağırlığı var ayrılığın ağırlığı yoktu ama kendisi vardı

Saman Sarısı  1961  Nazım Hikmet RAN

Saman Sarısı  1  Vera TULYAKOVA Için Yazilmis  Nazım Hikmet RAN
 Saman Sarısı  1  Nazım Hikmet RAN 1961Kaynak:  Nazım Hikmet Bütün Siirleri Yapı Kredi Yayınları

|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı İmparatorluğu  03.06.1963MoskovaSSCB|
|TürkSair OyunYazarıRomancıAYazarıRomantikKomünist ve RomantikDevrimci|

Nazım Hikmet RAN
Onlar Ümidin Düşmanıdır, Sevgilim06.Aralik.1945  Nazım Hikmet RAN
17 Ocak 2018 Çarșamba
Saat 2122 SiirleriPiraye Için YazilmisNazımHikmetRAN

Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni06.Aralik.1945NazımHikmetRAN …

Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun,
                meyve çağında ağacın,
                serpilip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına :
                                — çürüyen diş, dökülen et —,
                         bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler.
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle : işçi tulumuyla
                                        bu güzelim memlekette hürriyet

Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni05.Kasim.1945NazımHikmetRAN


Saat2122SiirleriPirayeIçinYazilmisNazımHikmetRAN
Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni  Nazım Hikmet RAN 05.Kasim.1941Kaynak: Nazım Hikmet Bütün Siirleri Yapı Kredi Yayınları

|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı İmparatorluğu  03.06.1963MoskovaSSCB|
|TürkSair OyunYazarıRomancıAYazarıRomantikKomünist ve RomantikDevrimci|

Nazım Hikmet RAN
Saman Sarısı11961  Nazım Hikmet RAN
17 Ocak 2018 Çarșamba

Sen Mutluluğun Resmini Yapabilir misin Abidin?  Nazım Hikmet RAN

Sen Mutluluğun Resmini Yapabilir misin Abidin?
İşin Kolayına Kaçmadan Ama,
 Gül Yanaklı Bebesini Emziren
 Melek Yüzlü Anneciğin Resmini Değil,

Ne Mavi Yosunlu Akvaryumda Yüzen Kırmızı Balığın
 Ne de Al Çeperli Elmanın

1961 Yaz Ortasındaki Küba' nın Resmini Yapabilir misin?
 Çok Şükür, Çok Şükür
 Bugünleri de Gördüm
 Ölsem Gam Yemem Gayrinin
 Resmini yapabilir misin Ustad? 

Sen Mutluluğun Resmini Yapabilir misin Abidin? — Nazım Hikmet RAN

Saman Sarısı  1961  Nazım Hikmet RAN

Saman Sarısı  Vera TULYAKOVA Için Yazilmis  Nazım Hikmet RAN
 Saman Sarısı  Nazım Hikmet RAN 1961Kaynak: Nazım Hikmet Bütün Siirleri Yapı Kredi Yayınları

|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı İmparatorluğu  03.06.1963MoskovaSSCB|
|TürkSair OyunYazarıRomancıAYazarıRomantikKomünist ve RomantikDevrimci|
Nazım Hikmet RAN
12 Aralık 2013 Perşembe

 Saman Sarısı  Nazım Hikmet RAN 1961Kaynak: Nazım Hikmet Bütün Siirleri Yapı Kredi Yayınları
Saman Sarısı  Vera TULYAKOVA Için Yazilmis  Nazım Hikmet RAN
Saman Sarısı  1961  Nazım Hikmet RAN

damarlarımda akan kanın hışırtısıyla uyandım
parmaklarımın ağırlığı yok
parmaklarım ellerimle ayaklarımdan kopup havalanacaklar salına salına
dönecekler başımın üstünde
sağım yok solum yok yukarım aşağım yok
Abidin'e söylemeli de resmini yapsın Beyazıt Meydanı'nda şehit düşenin
ve Gagarin Yoldaşın ve daha adını sanını kaşını gözünü bilmediği-
miz Titof Yoldaşın ve ondan sonrakilerin ve tavan arasında yatan
genç kadının
Küba'dan döndüm bu sabah
Küba meydanında altı milyon kişi akı karası sarısı melezi ışıklı bir
çekirdek dikiyor çekirdeklerin çekirdeğini güle oynaya
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
1961 yazı ortalarında Küba'nın resmini yapabilir misin
çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının
resmini yapabilir misin üstat
yazık yazık Havana'da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin
bir el gördüm Havana'nın 150 kilometre doğusunda deniz kıyısına yakın
bir duvarın üstünde bir el gördüm
ferah bir türküydü duvar
el okşuyordu duvarı
el altı aylıktı okşuyordu boynunu anasının
on yedi yaşındaydı el ve Mariya'nın memelerini okşuyordu avucu nasır
nasırdı ve Karayip denizi kokuyordu
yirmi yaşındaydı el ve okşuyordu boynunu altı aylık oğlunun
yirmi beş yaşındaydı el ve okşamayı unutmuştu çoktan
otuz yaşındaydı el ve Havana'nın 150 kilometre doğusunda deniz
kıyısında bir duvarın üstünde gördüm onu
okşuyordu duvarı
sen el resimleri yaparsın Abidin bizim ırgatların demircilerin ellerini
Kübalı balıkçı Nikolas'ın da elini yap karakalem
kooperatiften aldığı pırıl pırıl evinin duvarında okşamaya kavuşan ve
okşamayı bir daha yitirmeyecek Kübalı balıkçı Nikolas'ın elini
kocaman bir el
deniz kaplumbağası bir el
ferah bir duvarı okşayabildiğine inanamayan bir el
artık bütün sevinçlere inanan bir el
güneşli denizli kutsal bir el
Fidel'in sözleri gibi bereketli topraklarda şekerkamışı hızıyla fışkırıp
yeşerip ballanan umutların eli
1961'de Kübada çok renkli çok serin ağaçlar gibi evler ve çok rahat evler
gibi ağaçlar diken ellerden biri
çelik dökmeğe hazırlanan ellerden biri
mitralyözü türküleştiren türküleri mitralyözleştiren el
yalansız hürriyetin eli
Fidel'in sıktığı el
ömrünün ilk kurşunkalemiyle ömrünün ilk kâadına hürriyet sözcüğünü
yazan el
hürriyet sözcüğünü söylerken sulanıyor ağızları Kübalıların balkutusu bir
karpuzu kesiyorlarmış gibi
ve gözleri parlıyor erkeklerinin
ve kızlarının eziliyor içi dokununca dudakları hürriyet sözcüğüne
ve koca kişileri en tatlı anılarını çekip kuyudan yudum yudum içiyor
mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
hürriyet sözcüğünün resmini ama yalansızının

Saman Sarısı  1961  Nazım Hikmet RAN

Saman Sarısı  Vera TULYAKOVA Için Yazilmis  Nazım Hikmet RAN
 Saman Sarısı  Nazım Hikmet RAN 1961Kaynak: Nazım Hikmet Bütün Siirleri Yapı Kredi Yayınları

|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı İmparatorluğu  03.06.1963MoskovaSSCB|
|TürkSair OyunYazarıRomancıAYazarıRomantikKomünist ve RomantikDevrimci|

Nazım Hikmet RAN
Durup Dururken  Nazım Hikmet RAN
17 Ocak 2018 Çarșamba
Durup Dururken  Nazım Hikmet RAN

Durup Dururken içimde bir şeyler kopup tıkıyor boğazımı,
 Durup Dururken sıçrayıp kalkıyorum yarıda bırakıp yazımı,
 Durup Dururken rüya görüyorum bir otelde, holde, ayakta,
 Durup Dururken çarpıyor alnıma kaldırımdaki ağaç,
 Durup Dururken bir kurt uluyor aya karşı bahtsız, öfkeli, aç,
 Durup Dururken yıldızlar inip sallanıyor bir bahçede, salıncakta,
 Durup Dururken mezardaki halim geçiyor aklımdan,
 Durup Dururken kafamda bir güneşli duman,
 Durup Dururken hiç bitmeyecekmiş gibi bağlanıyorum başladığım güne,
Ve her seferinde sen çıkıyorsun suyun yüzüne…

Durup Dururken  Nazım Hikmet RAN

|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı İmparatorluğu  03.06.1963MoskovaSSCB|
|TürkSair OyunYazarıRomancıAYazarıRomantikKomünist ve RomantikDevrimci|

Nazım Hikmet RAN
Bir Gemici Türküsü  1947  Nazım Hikmet RAN
17 Ocak 2018 Çarșamba
Bir Gemici Türküsü  Nazım Hikmet RAN

Rüzgâr,
Yıldızlar
Ve su
Bir Afrika rüyasının uykusu
Düşmüş dalgalara…

…Işıltılı, kara
Bir yelken gibi ince
Direğinde geminin.
Geçmekteyiz içinden
Bir sayısız
Bir uçsuz bucaksız yıldızlar âleminin…

…Yıldızlar
Rüzgâr
Ve su.
Başüstünde bir gemici korosu
Su gibi, rüzgâr gibi, yıldızlar gibi bir türkü söylüyor,
Yıldızlar gibi
Rüzgâr gibi
Su gibi bir türkü…
Bu türkü diyor ki, "Korkumuz yok!
İnmedi bir gün bile gözlerimize
Bir kış akşamı gibi karanlığı korkunun…"
Bu türkü
Diyor ki,
"Bir gülüşün ateşiyle yakmasını biliriz
Ölümün önünde sigaramızı…"
Bu türkü
Diyor ki
"Çizmişiz rotamızı
Dostların alkışlarıyla değil
Gıcırtısıyla düşmanın
Dişlerinin…"
Bu türkü diyor ki, "Dövüşmek…"
Bu türkü diyor ki, "Işıklı büyük
Işıklı geniş ve sınırsız bir limana
Dümen suyumuzda sürüklemek denizi…"
Bu türkü diyor ki,
Yıldızlar
Rüzgâr
Ve su…

…Başüstünde bir gemici korosu
Bir türkü söylüyor;
Yıldızlar gibi
Rüzgâr gibi,
Su gibi bir türkü…

Bir Gemici Türküsü  Nazım Hikmet RAN

|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı İmparatorluğu  03.06.1963MoskovaSSCB|
|TürkSair OyunYazarıRomancıAYazarıRomantikKomünist ve RomantikDevrimci|

Nazım Hikmet RAN
Zafere Dair06.Aralik.1945  Nazım Hikmet RAN
17 Ocak 2018 Çarșamba

Zafere Dair —05.Kasım.1941  Nazım Hikmet RAN …

 Korkunç ellerinle bastırıp yaranı
dudaklarını kanatarak
dayanılmakta ağrıya.
Şimdi çıplak ve merhametsiz
bir çığlık oldu ümid…
Ve zafer
artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar
tırnakla sökülüp koparılacaktır…
Günler ağır.
Günler ölüm haberleriyle geliyor.
Düşman haşin
zalim
ve kurnaz.
Ölüyor çarpışarak insanlarımız
-halbuki nasıl hakketmişlerdi yaşamayı-
ölüyor insanlarımız
-ne kadar çok-
sanki şarkılar ve bayraklarla
bir bayram günü nümayişe çıktılar
öyle genç
ve fütursuz…
Günler ağır.
Günler ölüm haberleriyle geliyor.
En güzel dünyaları
yaktık ellerimizle
ve gözümüzde kaybettik ağlamayı:
bizi bir parça hazin ve dimdik bırakıp
gözyaşlarımız gittiler
ve bundan dolayı
biz unuttuk bağışlamayı
Varılacak yere
kan içinde varılacaktır.
Ve zafer
artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar
tırnakla sökülüp
koparılacaktır

Zafere Dair —05.Kasim.1941  Nazım Hikmet RAN

Saat 21  22 Siirleri  Piraye Için Yazilmis  Nazım Hikmet RAN
Zafere Dair  Nazım Hikmet RAN 05.Kasim.1941Kaynak: Nazım Hikmet Bütün Siirleri Yapı Kredi Yayınları

|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı İmparatorluğu  03.06.1963MoskovaSSCB|
|TürkSair OyunYazarıRomancıAYazarıRomantikKomünist ve RomantikDevrimci|

Nazım Hikmet RAN
Yumdum Gözlerimi  Nazım Hikmet RAN
17 Ocak 2018 Çarșamba
Yumdum Gözlerimi  Nazım Hikmet RAN

Yumdum Gözlerimi
Karanlıkta sen varsın
Karanlıkta sırtüstü yatıyorsun
Karanlıkta bir altın üçgendir alnın ve bileklerin…

Yumulu göz kapaklarımın içindesin sevdiceğim
Yumulu göz kapaklarımın içinde şarkılar
Şimdi orda herşey seninle başlıyor
Şimdi orda hiçbir şey yok senden önceme ait
Ve sana ait olmayan…

Yumdum Gözlerimi  Nazım Hikmet RAN

|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı İmparatorluğu  03.06.1963MoskovaSSCB|
|TürkSair OyunYazarıRomancıAYazarıRomantikKomünist ve RomantikDevrimci|

Nazım Hikmet RAN
Bulutlar Adam Öldürmesin06.Şubat.1955  Nazım Hikmet RAN
10 Ekim 2016 Pazartesi
Saman Sarısı  1  Nazım Hikmet RAN 1961Kaynak:  Nazım Hikmet Bütün Siirleri Yapı Kredi Yayınları
Saman Sarısı  Vera TULYAKOVA Için Yazilmis  Nazım Hikmet RAN

Büyük İnsanlık  07.Ekim.1958  Taşkent  Nazım Hikmet RAN

Büyük İnsanlık gemide güverte yolcusu
                                        tirende üçüncü mevki
                                        şosede yayan
                                        Büyük İnsanlık

Büyük İnsanlık sekizinde işe gider
                                        yirmisinde evlenir
                                        kırkında ölür
                                        Büyük İnsanlık

Ekmek Büyük İnsanlıktan Başka Herkese Yeter
                                        pirinç de öyle öyle
                                        şeker de öyle
                                        kumaş da öyle
                                        kitap da öyle
Büyük İnsanlıktan Başka Herkese Yeter

Büyük İnsanlığın toprağında gölge yok
                                        sokağında fener
                                        penceresinde cam
                  ama umudu var Büyük İnsanlığın
                                        umutsuz yaşanmıyor

Büyük İnsanlık  07.Ekim.1958  Taşkent  Nazım Hikmet RAN
Büyük İnsanlık  Nazım Hikmet RAN 07.Ekim.1958TaşkentKaynak: Nazım Hikmet Bütün Siirleri Yapı Kredi Yayınları

|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı İmparatorluğu  03.06.1963MoskovaSSCB|
|TürkSair OyunYazarıRomancıAYazarıRomantikKomünist ve RomantikDevrimci|

Nazım Hikmet RAN
Kuvayi Milliye  Nazım Hikmet RAN
30 Ağustos 2017 Çarşamba
Kuvayi Milliye —05.Kasım.1941  Nazım Hikmet RAN …

Başlangıç
Birinci Bap
İkinci Bap
Üçüncü Bap
Dördüncü Bap
Beşinci Bap
Altıncı Bap
Yedinci Bap
Sekizinci Bap

BAŞLANGIÇ 

ONLAR 

Onlar ki toprakta karınca, 
                                   suda balık, 
                                                havada kuş kadar 
                                                             çokturlar; 
korkak, 
            cesur, 
                     câhil, 
                             hakîm 
                                      ve çocukturlar 
ve kahreden 
                 yaratan ki onlardır, 
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

Onlar ki uyup hainin iğvâsına 
                                   sancaklarını elden yere düşürürler 
ve düşmanı meydanda koyup 
                                      kaçarlar evlerine 
ve onlar ki bir nice murtada hançer üşürürler 
ve yeşil bir ağaç gibi gülen 
ve merasimsiz ağlayan 
ve ana avrat küfreden ki onlardır, 
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.

Demir, 
         kömür 
                   ve şeker 
ve kırmızı bakır 
ve mensucat 
ve sevda ve zulüm ve hayat 
ve bilcümle sanayi kollarının 
ve gökyüzü 
                 ve sahra 
                             ve mavi okyanus 
ve kederli nehir yollarının, 
sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı 
               bir şafak vakti değişmiş olur, 
bir şafak vakti karanlığın kenarından 
                onlar ağır ellerini toprağa basıp 
                                        doğruldukları zaman.

En bilgin aynalara 
         en renkli şekilleri aksettiren onlardır. 
Asırda onlar yendi, onlar yenildi. 
Çok sözler edildi onlara dair 
ve onlar için : 
    zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur, 
                                                                  denildi.
BİRİNCİ BAP 

YIL 1918-1919 
ve 
KARAYILAN HİKÂYESİ 

Ateşi ve ihaneti gördük 
ve yanan gözlerimizle durduk 
                           bu dünyanın üzerinde. 
İstanbul 918 Teşrinlerinde, 
İzmir 919 Mayısında 
ve Manisa, Menemen, Aydın, Akhisar : 
                                  Mayıs ortalarından 
                                            Haziran ortalarına kadar 
yani tütün kırma mevsimi, 
               yani, arpalar biçilip 
                                    buğdaya başlanırken 
                                                       yuvarlandılar... 
Adana, 
           Antep, 
                     Urfa, 
                             Maraş : 
                                  düşmüş 
                                            dövüşüyordu...

Ateşi ve ihaneti gördük. 
Ve kanlı bankerler pazarında 
                            memleketi Alaman'a satanlar, 
yan gelip ölülerin üzerinde yatanlar 
düştüler can kaygusuna 
ve kurtarmak için başlarını halkın gazabından 
karanlığa karışarak basıp gittiler. 
Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet, 
en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat, 
                  dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat, 
                                        iki kat soyulmamak için.

Ateşi ve ihaneti gördük. 
Murat nehri, Canik dağları ve Fırat, 
Yeşilırmak, Kızılırmak, 
Gültepe, Tilbeşar Ovası, 
                     gördü uzun dişli İngiliz'i. 
Ve Aksu'yla Köpsu, 
Karagöl'le Söğüt Gölü 
ve gümüş basamaklı türbesinde yatan 
                                       büyük, âşık ölü, 
şapkası horoz tüylü İtalyan'ı gördü. 
Ve Çukurova, 
kıyasıya düzlük, 
uçurumlar, yamaçlar, dağlar kıyasıya 
ve Seyhan ve Ceyhan 
ve kara gözlü Yürük kızı, 
gördü mavi üniformalı Fransız'ı. 
Ve devam ettik ateşi ve ihaneti görmekte. 
Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu 
ve ağalar : 
Bağdasar Ağa'dan 
               Kellesi Büyük Mehmet Ağa'ya kadar, 
düşmanla birlik oldular. 
Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp, 
gelinlerin ırzına geçip, 
çocukları öldürüp 
              ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman, 
dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan 
ve çığ gibi çoğaldı çeteler 
ve köylülerden paşalar görüldü, 
                            kara donlu köylülerden. 
Ve bizim tarafa geçenler oldu
      Tunuslu ve Hindli kölelerden. 
Ve Türkistanlı Hacı Ahmet,  
kısık gözleri, 
                   seyrek sakalı, 
                                       hafif makinalı tüfeğiyle 
                                       dağlarda bir başına dolaştı. 
Ve sabahleyin ve öğle sıcağında ve akşamüstü 
ve ayışığında ve yıldız alacasında geceleyin, 
                    ne zaman sıkışsa bizimkiler, 
        peyda oluverdi, yerden biter gibi o 
ve ateş etti 
              ve düşmanı dağıttı 
                                       ve kayboldu dağlarda yine.

Ateşi ve ihaneti gördük. 
Dayandık, 
dayandık her yanda, 
dayandık İzmir'de, Aydın'da, 
Adana'da dayandık, 
dayandık, Urfa'da, Maraş'ta, Antep'te.

Antepliler silâhşor olur, 
uçan turnayı gözünden 
kaçan tavşanı ard ayağından vururlar 
ve arap kısrağının üstünde 
taze yeşil selvi gibi ince uzun dururlar.

Antep sıcak, 
             Antep çetin yerdir. 
Antepliler silâhşor olur. 
Antepliler yiğit kişilerdir.

Karayılan 
           Karayılan olmazdan önce 
Antep köylüklerinde ırgattı. 
Belki rahatsızdı, belki rahattı, 
bunu düşünmeğe vakit bırakmıyordular, 
yaşıyordu bir tarla sıçanı gibi 
ve korkaktı bir tarla sıçanı kadar. 
Yiğitlik atla, silâhla, toprakla olur, 
onun atı, silâhı, toprağı yoktu. 
Boynu yine böyle çöp gibi ince 
                  ve böyle kocaman kafalıydı 
                                  Karayılan 
                                        Karayılan olmazdan önce.

Düşman Antep'e girince 
Antepliler onu 
             korkusunu saklayan 
                              bir fıstık ağacından 
                                               alıp indirdiler.

Altına bir at çekip 
               eline bir mavzer 
                                      verdiler.

Antep çetin yerdir. 
Kırmızı kayalarda 
                           yeşil kertenkeleler. 
Sıcak bulutlar dolaşır havada 
                                            ileri geri...

Düşman tutmuştu tepeleri, 
düşmanın topu vardı. 
Antepliler düz ovada 
                      sıkışmışlardı. 
Düşman şarapnel döküyordu, 
toprağı kökünden söküyordu. 
Düşman tutmuştu tepeleri. 
Akan : Antep'in kanıydı.

Düz ovada bir gül fidanıydı 
                 Karayılan'ın 
                            Karayılan olmazdan önceki siperi. 
Bu fidan öyle küçük, 
korkusu ve kafası öyle büyüktü ki onun, 
namlıya tek fişek sürmeden 
                  yatıyordu yüzükoyun.

Antep sıcak, 
              Antep çetin yerdir. 
Antepliler silâhşor olur. 
Antepliler yiğit kişilerdir. 
Fakat düşmanın topu vardı. 
Ve ne çare, kader, 
                  düz ovayı Antepliler 
                                     düşmana bırakacaklardı.

«Karayılan» olmazdan önce 
                     umurunda değildi Karayılan'ın 
                     kıyamete dek düşmana verseler Antep'i. 
Çünkü onu düşünmeğe alıştırmadılar. 
Yaşadı toprakta bir tarla sıçanı gibi, 
korkaktı da bir tarla sıçanı kadar.

Siperi bir gül fidanıydı onun, 
gül fidanı dibinde yatıyordu ki yüzükoyun 
              ak bir taşın ardından 
                             kara bir yılan 
                                          çıkardı kafasını. 
Derisi ışıl ışıl, 
             gözleri ateşten al, 
                              dili çataldı. 
Birden bir kurşun gelip 
                      kafasını aldı. 
Hayvan devrildi kaldı.

Karayılan 
        Karayılan olmazdan önce 
kara yılanın encâmını görünce 
haykırdı avaz avaz 
            ömrünün ilk düşüncesini . 
    «İbret al, deli gönlüm, 
      demir sandıkta saklansan bulur seni, 
      ak taş ardında kara yılanı bulan ölüm.»

Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp 
bir tarla sıçanı kadar korkak olan, 
fırlayıp atlayınca ileri 
bir dehşet aldı Anteplileri, 
                     seğirttiler peşince. 
Düşmanı tepelerde yediler. 
Ve bir tarla sıçanı gibi yaşayıp 
bir tarla sıçanı kadar korkak olana : 
                                KARAYILAN dediler.

«Karayılan der ki : Harbe oturak, 
  Kilis yollarından kelle getirek, 
  nerde düşman varsa orda bitirek, 
  vurun ha yiğitler namus günüdür...»
Ve biz de bunu böylece duyduk 

ve çetesinin başında yıllarca nâmı yuruyen

                                          Karayılan'ı 
                                          ve Anteplileri 
                                          ve Antep'i 
                     aynen duyup işittiğimiz gibi 
                     destânımızın birinci bâbına koyduk.

İKİNCİ BAP

YIL YİNE 1919 
ve 
İSTANBUL'UN HÂLİ 
ve 
ERZURUM ve SIVAS KONGRELERİ 
ve 
KAMBUR KERİM'İN HİKÂYESİ 

Biz ki İstanbul şehriyiz, 
Seferberliği görmüşüz : 
Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin, 
vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi 
                       bir de İttihatçılar, 
        bir de uzun konçlu Alman çizmesi 
                       914'ten 18'e kadar 
                                    yedi bitirdi bizi. 
Mücevher gibi uzak ve erişilmezdi şeker 
erimiş altın pahasında gazyağı 
ve namuslu, çalışkan, fakir İstanbullular 
sidiklerini yaktılar 5 numara lâmbalarında. 
Yedikleri mısır koçanıydı ve arpa 
                              ve süpürge tohumu 
ve çöp gibi kaldı çocukların boynu. 
Ve lâkin Tarabya'da, Pötişan'da ve Ada'da Kulüp'te 
aktı Ren şarapları su gibi 
ve şekerin sahibi 
kapladı Miloviç'in yorganına 1000 liralıkları. 
Miloviç de beyaz at gibi bir karı. 
Bir de sakalı Halife'nin, 
bir de Vilhelm'in bıyıkları.

Biz ki İstanbul şehriyiz, 
güzelizdir, 
dört yanımız mavi mavi dağdır, denizdir. 
Öfkeli, büyük bir şair : 
«Ey bin kocadan arta kalan bilmem neyi bakir» 
                                                                   demiş 
                                                                        bize 
ve bir başkası, 
yekpare Acem mülkünü fedâ etti bir sengimize.

Biz ki İstanbul şehriyiz, 
işte, arzederiz halimizi 
       Türk halkının yüce katına. 
Mevsim yazdır, 
919'dur. 
Ve teşrinlerinde geçen yılın 
dört düvele teslim ettiler bizi, 
                       gözü kanlı dört düvele 
                               anadan doğma çırılçıplak. 
Ve kurumuştu 
            ve kan içindeydi memelerimiz.

Biz ki İstanbul şehriyiz, 
Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan 
                        bir de Yunan, 
bir de zavallı Afrika zencileri 
                         yer bitirir bizi bir yandan, 
bir yandan da kendi köpek döllerimiz : 
Vahdettin Sultan, 
                        ve damadı Ferit 
ve İngiliz muhipleri 
                            ve Mandacılar.

Biz ki İstanbul şehriyiz, 
yüce Türk halkı, 
malûmun olsun çektiğimiz acılar...

919 Temmuzunun 23'üncü günü 
          pek mütevazı bir mektep salonunda 
                            in'ikad etti Erzurum Kongresi.

Erzurum'un kışı zorludur balam, 
tandırında tezek yakar Erzurum, 
buz tutar yiğitlerinin bıyığı 
ve geceleyin karlı ovada 
                kaskatı katılaşmış, donmuş görürsün karanlığı.

Erzurum'da kavaklar, balam, 
            Erzurum'da kavaklar tane tane, 
kavaklarda tane tane yapraklar. 
Ve terden ve toz dumandan ve sinekten geçilmez 
            Erzurum'da yaz gelip de bastı mıydı sıcaklar.

Erzurum'un düzdür, topraktır damı. 
Erzurum güzelleri giyer, balam, 
                          incecik ak yünden ehramı. 
Yürek boynun büker, balam, 
                          Erzurumlu türkülere. 
Halim selimdir Erzurum'un adamı 
                         ve lâkin dönmesin gözü bir kere!...

Erzurum'da on dört gün sürdü Kongre : 
orda, mazlum milletlerden bahsedildi 
                             bütün mazlum milletlerden 
ve emperyalizme karşı dövüşlerinden onların.

Orda, bir Şûrayı Millî'den bahsedildi, 
İradei Milliyeye müstenit bir Şûrayı Millî'den. 
Buna rağmen, 
«Âsi gelmiyelim» diyenler vardı, 
                 «makamı hilâfet ve saltanata.» 
Hattâ casuslar vardı içerde.

Buna rağmen, 
«Bütün aksâmı vatan birküldür» denildi. 
«Kabul olunmaz,» denildi, 
                         «Manda ve Himaye...»

Buna rağmen, 
İstanbul'da birçok hanımlar, beyler, paşalar, 
Türk halkından kesmişlerdi umudu. 
Yağdırıldı telgraflar Erzurum'a : 
   «Amerikan mandası altına girelim,» diye. 
   «İstiklâl, diyorlardı, şâyanı arzu ve tercihtir, amma 
     bugün bu, diyorlardı, mümkün değil, 
     birkaç vilâyet, diyorlardı, kalacak elde, 

     şu halde, 
diyorlardı, şu halde, 
     Memâliki Osmaniye'nin cümlesine şâmil 
                    Amerikan mandaterliğini talep etmeği 
                                 memleketimiz için en nâfi 
                                         bir şekli hal kabul ediyoruz.»

Fakat bu şekli halli kabul etmedi Erzurumlu. 
Erzurum'un kışı zorludur balam, 
buz tutar yiğitlerin bıyığı. 
Erzurum'da kaskatı, dimdik ölür adam, 
                  kabullenmez yılgınlığı...

İstanbul'da hanımlar, beyler, paşalar, 
tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler, 
çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri 
                   ve biçare telgraf telleri 
                   devretmek için Amerika'ya Anadolu'yu 
                   şöyle diyorlardı Erzurum'dakilere : 
«Bizi bir başımıza bıraksalar, 
  tarafgirlik, cehalet 
              ve çok konuşmaktan başka müspet 
                                            bir hayat kuramayız. 
  İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor. 
  Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika. 
  Ne olacak, 
  Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz, 
  sonra Yeni Dünya'nın sayesinde 
  İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan 
                            bir Türkiye vücuda geliverir. 
  Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına 
                             nasıl bir idare kurduğunu 
                                        Avrupa'ya göstermek ister. 
  Hem artık işi uzatmağa gelmez. 
  Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz. 
  Sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir : 
  Türkiye'yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.» 
  
4 Eylül 919'da toplandı Sıvas Kongresi, 
ve 8 Eylülde 
       Kongrede bu sefer 
                    yine ortaya çıktı Amerikan mandası. 
Ak koyunla kara koyunun 
                                  geçitte belli olduğu günlerdi o günler. 
Ve İstanbul'dan gelen bazı zevat, 
                        sapsarı yılgınlıklarıyla beraber 
                        ve ihanetleriyle birlikte 
                        bir de Amerikan gazeteci getirmiştiler. 
Ve Erzurumlulardan ve Sıvaslılardan ve Türk milletinden çok 
                        işbu Mister Bravn'a güveniyorlardı. 
Bu zevata : 
    «İstiklâlimizi kaybetmek istemiyoruz efendiler!» 
                                                             denildi. 
Fakat ayak diredi efendiler : 
        «Mandanın, istiklâli ihlâl etmiyeceği muhakkak iken,» 
                                                                         dediler, 
        «Herhalde bir müzâherete muhtacız diyorum ben,» 
                                                                     dediler, 
        «Hem zaten,» 
                      dediler, 
        «birbirine mani şeyler değildir 
                                      istiklâl ile manda. 
          Ve esasen,» 
                          dediler, 
        «müstakil kalamayız böyle bir zamanda. 
          Memleket harap, 
                          toprak çorak, 
                                   borcumuz 500 milyon, 
                                              vâridat ise 15 milyon ancak. 
          Ve Allah muhafaza buyursun 
                           İzmir kalsa Yunanistan'da 
                                    ve harbetsek, 
                                               düşmanımız vapurla asker getirir. 
          Biz Erzurum'dan hangi şimendiferle nakliyat yapabiliriz? 
          Mandayı kabul etmeliyiz, hemen,» 
                                                         dediler. 
        «Onlar dretnot yapıyor, 
          biz yelkenli bir gemi yapamıyoruz. 
          Hem, İstanbul'daki Amerikan dostlarımız : 
          Mandamız korkunç değildir, 
                                       diyorlar, 
          Cemiyeti Akvam nizamnamesine dahildir, 
                                                        diyorlar.»

Ve böylece, bin dereden su getirdi İstanbul'dan gelen zevat. 
Sıvas, mandayı kabul etmedi fakat, 
            «Hey gidi deli gönlüm,» 
                                         dedi, 
            «Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm, 
              ya İSTİKLAL, ya ölüm!» 

                                               dedi

Kambur Kerim de böyle dedi aynen. 
Adapazarlıydı Kambur Kerim. 
Seferberlikte ölen babası marangozdu. 
Seferberlik denince aklına Kerim'in : 
çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü, 
                    Fahri Bey çiftliğinde patates toplayıp 
                               kaz gütmek, 
                               mektep kitapları 
                    ve bir de saçları altın gibi sarı 
                    fakat alnı çizgiler içinde anası gelir. 
335'te Kerim Eskişehir'e gitti, 
                    mektebe, teyzelerine ve dayısına. 
Dayısı şimendiferde makinistti. 
Düşman elindeydi Eskişehir. 
Kerim on dört yaşındaydı, 
kamburu yoktu. 
Dümdüzdü fidan gibi 
                    ve dünyaya meraklı bir çocuktu. 
Dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi 
Kerim'e ekmek vermediğinden teyzeleri 
(çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın) 
               Hintli askerlerle dost oldu Kerim. 
Bunlar 
          (şaşılacak şey) 
                     Türkçe bilmeyen 
ve siyah sakalları, siyah gözleri parlak, 
avuçlarının üstü esmer, içi ak 
ve tel örgülerin üzerinden 
Kerim'e bisküviti kutularla atan amcalardı. 
Kocaman bir ambarları vardı, 
Kerim içinde oynardı. 
Ambarda nohut çuvalları, bakla, kuru üzüm, 
                                       (şaşılacak şey, 
                                       katırların yemesi için) 
      ve sonra cephane sandıklarıyla silahlar. 
Bir gün dedi ki makinist dayısı Kerim'e : 
     «Ambardan silâh çalıp bana getir, 
       gâvura karşı koyan zeybeklere göndereceğim.» 
Ve ambardan silâh çaldı Kerim : 
                             bir 
                                 bir tane daha 
                                                 beş 
                                                     on. 
Aldattı Hindistanlı dostlarını 
                          zeybekleri daha çok sevdiğinden. 
Zaten çok sürmedi, parlak kara sakallı amcalar gitti, 
Kerim geçirdi onları istasyona kadar. 
Ertesi gün Lefke köprüsünü atıp 
                          zeybekler gelince Eskişehir'e 
dayısı Kerim'i elinden tutup 
                              verdi onlara. 
Ve işte o günden sonra 
                        bugüne kadar 
                                 kahraman bir türküdür ömrü Kerim'in. 
Eskişehir'den alıp onu 
«Kocaeli Grubu» paşasına götürdüler. 
Çatık kaşlı, yüzü gülmez bir paşaydı bu.

Çabucak öğrendi Kerim ata binmeyi, 
sığırtmaç olmayı 
              -zaten bilgisi vardı bunda- 
kayalardan genç bir keçi gibi inmeyi, 
gizlenmeyi ormanda. 
Ve bütün bu marifetleriyle Kerim 
kaç kere ölüme bir kurşun atımı yaklaşarak 
ve «Geçmiş olsun» dedikleri zaman şaşarak 
düşman içinden geçip getirdi haber 
                                        götürdü haber. 
Onu namlı bir «kaptan» gibi saydı çeteler, 
bir oyun arkadaşı gibi sevdi çeteleri o. 
Ve bir fidan gibi düz 
                   bir fidan gibi cesur 
                         bir fidan gibi vaadeden bir çocuğun 
sevinçle oynadığı bu müthiş oyun 
                               sürdü 1337'ye kadar...

Kocaeli ormanı gürgen ve meşeliktir : 
yüksek 
         kalın. 
Gökyüzü gözükmez. 
Durgun bir geceydi. 
Hafif yağmur yağmıştı biraz önce. 
Fakat ıslanmamış ki yerde yapraklar 
karanlıkta hışırtılarla yürüyordu beygiri Kerim'in. 
Solda 
         ilerde 
                 tepenin eteğinde ateş yanıyordu : 
«Tekneciler» diye anılan 
                                gâvur çetelerinin olmalı. 
Dallardan damlalar düşüyordu Kerim'in yüzüne. 
Beygirin başı gittikçe daha çok karanlığa giriyor. 
İpsiz Recep'in yanından dönüyordu Kerim. 
            Kâatlar götürmüş 
                                   kâatlar getiriyor. 
Birdenbire durdu beygir, 
heykel gibi, 
-Tekneciler'in ateşini görmüş olacak- 
sonra birdenbire dörtnala kalktı. 
Şaşırdı Kerim. 
Dizginleri bıraktı. 
Sarıldı beygirin boynuna. 
Deli gibi gidiyordu hayvan. 
Çocuğa art arda çarpıyordu ağaçlar. 
Meşeleri ve gürgenleriyle orman 
karanlık  bir rüzgâr gibi geçiyor iki yandan. 
Kim bilir kaç saat böyle gidildi. 
Orman bitti birdenbire. 
-Ay doğmuş olacak ki ortalık aydınlıktı- 
Ve Kerim aynı hızla geldiği zaman 

                             Armaşa'nın altında Başdeğirmenler'e 
                                            beygir ansızın kapaklandı yere, 
                                                                tekerlendi Kerim. 
Doğruldu. 
Ve aklına ilk gelen şey 
                       saatına bakmak oldu. 
Kırılmıştı camı. 
Bindi beygire tekrar. 
Hayvan topallıyordu biraz. 
Uslu uslu yola koyuldular. 
Sol kulağı kanıyordu Kerim'in, 
Kirezce'ye geldiler 
                     (Sapanca'yla Arifiye arası), 
Kerim durdu, 
Biraz zor nefes alıyordu. 
Geyve'ye girdi ertesi akşam. 
Beli o kadar ağrıyordu ki 
                             inemedi beygirden 
                                                       indirdiler. 
Kerim'i bir yaylıya bindirdiler. 
Adapazarı. 
Sonra belki on gün, belki on beş, 
                      kağnılar, mekkâre arabaları, 
sonra, gitgide daralan nefesi, 
Yahşıhan, 
              Konya, 
                         Sile nahiyesi 
                         (burda malûl gaziler için 
                                         takma kol ve bacak yapılıyordu), 
ve nihayet Hatçehan köyünden çıkıkçı Şerif Usta. 
Hâlâ rüyalarında görür Kerim 
                   incecik bir yoldan eşekle gelip 
                                          üzerine doğru eğilen 
                                          bu çiçekbozuğu insan yüzünü. 
Usta, ovdu Kerim'i bayıltıncaya kadar. 
Sonra, zifte koydu bu kırılmış dal gibi çocuk gövdesini. 
Yirmi gün geçti aradan. 
Ve sonra bir ikindi vakti ziftin içinden 
                                          Kerim'i kambur çıkardılar.

ÜÇÜNCÜ BAP

YIL 1920 
ve 
ARHAVELİ İSMAİL'İN HİKÂYESİ 

Ateşi ve ihaneti gördük.

Düşman ordusu yine başladı yürümeğe. 
Akhisar, Karacabey, 
Bursa ve Bursa'nın doğusunda Aksu, 
                          çarpışarak çekildik... 
920'nin 
           29 Ağustos'u : 
                           Uşak düştü. 
Yaralı 
        ve dehşetli kızgın 
                      fakat toprağımızdan emin, 
                                         Dumlupınar sırtlarındayız. 
Nazilli düştü.

Ateşi ve ihaneti gördük. 
Dayandık 
            dayanmaktayız.

1920 Şubat, Nisan, Mayıs, 
Bolu, Düzce, Geyve, Adapazarı : 
İçimizde Hilâfet Ordusu, 
                        Anzavur isyanları. 
Ve aynı sıradan, 
3 Ekim Konya. 
Sabah. 
500 asker kaçağı ve yeşil bayrağıyla Delibaş 
                                                      girdi şehre. 
Alaeddin tepesinde üç gün üç gece hüküm sürdüler. 
Ve Manavgat istikametlerinde kaçıp 
                                   ölümlerine giderken 
terkilerinde kesilmiş kafalar götürdüler.

Ve 29 Aralık Kütahya : 
4 top 
    ve 1800 atlı bir ihanet 
                            yani Çerkez Ethem, 
bir gece vakti 
kilim ve halı yüklü katırları, 
koyun ve sığır sürülerini önüne katıp 
                                           düşmana geçti. 
Yürekleri karanlık, 
kemerleri ve kamçıları gümüşlüydü, 
atları ve kendileri semizdiler...

Ateşi ve ihaneti gördük. 
Ruhumuz fırtınalı, etimiz mütehammil. 
Sevgisiz ve ihtirassız çıplak devler değil, 
inanılmaz zaafları, korkunç kuvvetleriyle, 
silâhları ve beygirleriyle insanlardı dayanan. 
Beygirler çirkindiler, 
                            bakımsızdılar, 
hasta bir fundalıktan yüksek değillerdi. 
Fakat bozkırda kişneyip köpürmeden 
sabırlı ve doludizgin koşmasını biliyorlardı. 
İnsanlar uzun asker kaputluydu, 
                                      yalnayaktı insanlar. 
İnsanların başında kalpak, 
                                      yüreklerinde keder, 
                    yüreklerinde müthiş bir ümit vardı. 
İnsanlar devrilmişti, kedersiz ve ümitsizdiler. 
İnsanlar, etlerinde kurşun yaralarıyla 
                   köy odalarında unutulmuştular. 
Ve orda sargı, 
                    deri 
                         ve asker postalları halinde 
                         yan yana, sırtüstü yatıyorlardı. 
Koparılmış gibiydi parmakları saplandığı yerden 
                                                         eğrilip bükülmüştü 
ve avuçlarında toprak ve kan vardı.

Ve asker kaçakları, 
korkuları, mavzerleri, çıplak, ölü ayaklariyla

karanlıkta köylerin içinden geçiyorlardı. 
Acıkmıştılar, 
merhametsizdiler, 
bedbahttılar. 
Şosenin ıssız beyazlığına inip 
nal sesleri ve yıldızlarla gelen atlıyı çeviriyor 
ve Bolu dağında ekmek bulamadıkları için 
                                    deviriyorlardı uçurumlara : 
şayak, cıgara kâadı, tuz ve sabun yüklü yaylıları.

Ve çok uzak, 
                çok uzaklardaki İstanbul limanında, 
gecenin bu geç vakitlerinde, 
kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen laz takaları : 
                                                hürriyet ve ümit, 
                                                su ve rüzgârdılar. 
Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar. 
Tekneleri kestane ağacındandı, 
üç tondan on tona kadardılar 
ve lâkin yelkenlerinin altında 
                             fındık ve tütün getirip 
                                   şeker ve zeytinyağı götürürlerdi. 
Şimdi, büyük sırlarını götürüyorlardı. 
Şimdi, denizde bir insan sesinin 
                   ve demirli şileplerin kederlerini 
ve Kabataş açıklarında sallanan 
                            saman kayıklarının fenerlerini 
                                                    peşlerinde bırakıp 
ve karanlık suda Amerikan taretlerinin önünden akıp 
                                                küçük, 
                                                          kurnaz 
                                                                    ve mağrur 
                                                  gidiyorlardı Karadeniz'e. 
Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki 
bunlar 
uzun eğri burunlu 
ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki 
sırtı lâcivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin 
                                                zaferi için 
hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin 
bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...

Karanlıkta kurşunîi derisi kırmızıya boyanan 
                                                baltabaş gemi 
                                                İngiliz torpitosudur. 
Ve dalgaların üstünde sallanarak 
                                             alev alev 
                                                          yanan : 
                        Şaban Reisin beş tonluk takası.

Kerempe Fenerinin yirmi mil açığında, 
gecenin karanlığında, 
dalgalar minare boyundaydılar 
ve başları bembeyaz parçalanıp dağılıyordu. 
Rüzgar : 
        yıldız - poyraz. 
Esirlerini bordasına alıp 
                       kayboldu İngiliz torpitosu. 
Şaban Reisin teknesi 
                       ateşten diregiyle gömüldü suya.

Arheveli İsmail 
              bu ölen teknedendi. 
Ve şimdi 
Kerempe Fenerinin açığında, 
batan teknenin kayığında 
emanetiyle tek başınadır, 
fakat yalnız değil : 
                    rüzgârın, 
                            bulutların 
                                  ve dalgaların kalabalığı, 
İsmail'in etrafında hep bir ağızdan konuşuyordu.

Arheveli İsmail 
              kendi kendine sordu : 
«Emanetimizle varabilecek miyiz?» 
Kendine cevap verdi : 
«Varmamış olmaz.»

Gece, Tophane rıhtımında 
Kamacı ustası Bekir Usta ona : 
«Evlâdım İsmail,» dedi, 
«hiç kimseye değil,» dedi, 
                        «bu, sana emanettir.»

Ve Kerempe Fenerinde 
düşman projektörü dolaşınca takanın yelkenlerinde, 
İsmail, reisinden izin isteyip, 
                      «Şaban Reis,» deyip, 
                      «emaneti yerine götürmeliyiz,» deyip 
                                                  atladı takanın patalyasına, 
                                                                                 açıldı.

«Allah büyük 
  ama kayık küçük» demiş Yahudi. 
İsmail bodoslamadan bir sağnak yedi, 
                                      bir sağnak daha, 
                                      peşinden üç-kardeşler. 
Ve denizi bıçak atmak kadar iyi bilmeseydi eğer 
                                                alabora olacaktı.

Rüzgâr tam kerte yıldıza dönüyor. 
Ta karşıda bir kırmızı damla ışık görünüyor : 
Sıvastopol'a giden bir geminin 
                                        sancak feneri.

Elleri kanayarak 

                      çekiyor İsmail kürekleri. 
İsmail rahattır. 
Kavgadan 
                ve emanetinden başka her şeyin haricinde, 
İsmail unsurunun içinde. 
Emanet : 
           bir ağır makinalı tüfektir. 
Ve İsmail'in gözü tutmazsa liman reislerini 
                                     ta Ankara'ya kadar gidip 
                                     onu kendi eliyle teslim edecektir.

Rüzgâr bocalıyor. 
Belki karayel gösterecek. 
En azdan on beş mil uzaktır en yakın sahil. 
Fakat İsmail 
                 ellerine güvenir. 
O eller ekmeği, küreklerin sapını, dümenin yekesini 
ve Kemeraltı'nda Fotika'nın memesini 
                                               aynı emniyetle tutarlar.

Rüzgâr karayel göstermedi. 
Yüz kerte birden atlayıp rüzgâr 
bir anda bütün ipleri bıçakla kesilmiş gibi 
                                                         düştü.

İsmail beklemiyordu bunu. 
Dalgalar bir müddet daha 
yuvarlandılar teknenin altında 
sonra deniz dümdüz 
                            ve simsiyah 
                                            durdu. 
İsmail şaşırıp bıraktı kürekleri. 
Ne korkunçtur düşmek kavganın haricine. 
Bir ürperme geldi İsmail'in içine. 
Ve bir balık gibi ürkerek, 
bir sandal 
bir çift kürek 
ve durgun 
           ölü bir deniz şeklinde gördü yalnızlığı. 
Ve birdenbire 
             öyle kahrolup duydu ki insansızlığı 
                                            yıldı elleri, 
                                            yüklendi küreklere, 
                                            kırıldı kürekler.

Sular tekneyi açığa sürüklüyor. 
Artık hiçbir şey mümkün değil. 
Kaldı ölü bir denizin ortasında 
                        kanayan elleri ve emanetiyle İsmail. 
İlkönce küfretti. 
Sonra, «elham» okumak geldi içinden. 
Sonra, güldü, 
           eğilip okşadı mübarek emaneti. 
Sonra... 
Sonra, malûm olmadı insanlara 
Arhaveli İsmail'in âkıbeti... 

DÖRDÜNCÜ BAP

NURETTİN EŞFAK'IN BİR MEKTUBU 
ve 
BİR ŞİİRİ 

Kardeşim, 
sana bu mektubu Ankara'da Kuyulu kahvede yazıyorum. 
Hep aynı Anadolu havalarını çalıyor gramofon 
                     kocaman bir boru çiçeğine benzeyen ağzıyla, 
Dışarda yağmur... 
Mektepten istifa ettim. 
Cepheye gidiyorum ihtiyat zabitliğiyle. 
Çocuklarımıza Türkçe okutmak, 
öğretmek, sevdirmek onlara 
              dünyanın en diri, en taze dillerinden birini, 
                                                       kendi dillerini, 
                                                                güzel şey, 
                                                                  büyük şey. 
Fakat bu dilin insanları için çakmak çalmak cehpede 
                                                            daha büyük 
                                                            daha güzel.

Biliyorum : 
            iş bölümünden bahsedeceksin. 
Fakat, Ankara'da çocuklara ders vermek, 
bozkırda ateş hattına girmek 
                                       haksız ve hazin 
                                                 bir iş bölümü. 
Öyle günlerde yaşıyoruz ki 
ben bir iş yapabildim diyebilmek için : 
hep alnının ortasında duyacaksın ölümü.

Bak, tam sana bunları yazarken 
asker geçiyor sokaktan ; 
yağmurda harap postallarının meşinini ıslatarak 
Meclis'in önüne doğru iniyorlar, 
                        İstasyona gidecekler. 
Ve türkü  söylerken, her nedense her zaman yaptığı gibi, 
                   sesini incelterek marş okuyor genç Türk köylüsü : 
                          «Ankara'nın taşına bak, 
                            gözlerimin yaşına bak...»

Yüzleri mühim, dalgın ve yorgun. 
Tıraşları uzamış biraz. 
Elleri büyük ve esmer. 
Elâ gözlüler, kara gözlüler, mavi gözlüler.

Yine birdenbire Yunus Emre geldi aklıma. 
Başka türlü anlıyorum ben Yunus'u : 
Bence onda bütün bir devir dile gelmiş Türk köylüsü : 
                                      öte dünyaya dair değil, 
                                          bu dünyaya dair kaygılarıyla...

Bir şiir yazdım, 
garip bir şiir, 
«Türk Köylüsü» diye. 
Bir tuhaf mı oluyor böyle günlerde şiir yazmak? 
Her ne hâl ise, hoşça kal, gözlerinden operim
                                                          Kardeşin 
                                                      Nurettin Eşfak 

TÜRK KÖYLÜSÜ

Topraktan öğrenip 
                      kitapsız bilendir. 
Hoca Nasreddin gibi ağlayan 
                       Bayburtlu Zihni gibi gülendir. 
Ferhad'dır 
               Kerem'dir 
                               ve Keloğlan'dır. 
Yol görünür onun garip serine, 
analar, babalar umudu keser, 
kahbe felek ona eder oyunu. 
Çarşambayı sel alır, 
bir yâr sever 
                   el alır, 
kanadı kırılır 
                   çöllerde kalır, 
ölmeden mezara koyarlar onu. 
O, «Yûnusû biçâredir 
       Baştan ayağa yâredir», 
ağu içer su yerine. 
Fakat bir kerre bir derd anlayan düşmeyegörsün önlerine 
ve bir kerre vakterişip 
                                «-Gayrık yeter!...» 
                                                    demesinler. 
Bunu bir dediler mi, 
«İsrâfil sûrunu urur, 
           mahlûkat yerinden durur», 
toprağın nabzı başlar 
                          onun nabızlarında atmağa. 
Ne kendi nefsini korur, 
                          ne düşmanı kayırır, 
«Dağları yırtıp ayırır, 
  kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa...» 

BEŞİNCİ BAP

920'NİN 16 MARTI 
ve 
MANASTIRLI HAMDİ EFENDİ 
ve 
REŞADİYELİ VELİ OĞLU MEMET'İN HİKÂYESİ 

«Bu hamiyetli ve cesur, Manastırlı Hamdi Efendi olmasaydı, İstanbul felâketinden kim bilir haber almak için ne kadar intizarlar içinde kalacaktık. İstanbul'da bulunan nâzır, mebus, kumandan, teşkilâtımız mensupları içinden bir zat çıkıp vaktiyle bize haber vermeği düşünmemiş olduğu anlaşılıyor. Demek ki cümlesini heyecan ve helecan kaplamıştı. Bir ucu Ankara'da bulunan telin İstanbul'da bulunan ucuna yanaşamayacak kadar şaşkın bir hale gelmiş olduklarına bilmem ki hükmetmek caiz olur mu?»

(Nutuk, s. 295, Devlet Basımevi, İstanbul 1938) 

920'nin 16 Martı. 
Öğleden evvel 
saat onda 
makina başında şöyle bir telgraf aldı Ankara'daki :

    «Der-aliye 16/3/1920. 
      İngilizler bastı bu sabah 
              Şehzadebaşı'ndaki Muzika karakolunu. 
      Müsademe edildi. 
      İşgal altına alıyorlar İstanbul'u şimdi. 
      Berâyi malûmat arzolunur. 
                                            Manastırlı Hamdi.»

920'nin 16 Martı. 
Harbiye Nezareti telgrafhanesi buldu Ankara'yı : 
    «Etrafta dolaşıyor İngiliz askerleri. 
      Şimdi işte 
      İngiliz askerleri giriyorlar nezarete. 
      İşte giriyorlar içeri. 
      Nizamiye kapısına. 
      Teli kes. 
      İngilizler burdadır.»

920'nin 16 Martı. 
Manastırlı Hamdi Efendi 
               buldu Ankara'dakini tekrar :

    «Paşa hazretleri, 
      Harbiye telgrafhanesini de işgal etti İngiliz bahriye askeri 
      Tophane'yi de işgal ediyorlar bir taraftan, 
      bir taraftan da zırhlılardan asker ihraç olunuyor. 
      Vaziyet vehamet kesbediyor efendim. 
      Paşa hazretleri, 
      Emri devletlerine muntazırım.

                                                16 Mart 1920 
                                                    Hamdi» 

920'nin 16 Martı. 
Durumu bir daha tekrar etti Hamdi Efendi :

    «Sabah bizim asker uykuda iken 
      İngiliz bahriye efradı karakolu işgal etmekte iken 
      askerlerimiz uykudan şaşkın kalkınca müsademe başlıyor. 
      Neticede bizden altı şehit, on beş mecruh olup 
      İngilizler zırhlıları rıhtıma yanaştırıp 
      Beyoğlu ve Tophane'yi işgal edip. 
      İşte Beyoğlu telgrafhanesi de yok. 
      İşte Beyoğlu telgraf memurları geldiler. 
      Kovmuşlar. 
      Burası da işgal olunacaktır bir saata kadar. 
      Şimdi haber aldım efendim.»

920'nin 16 Martı 
uykuda kesti kâfir üçümüzü, 
kurşuna dizdi kâfir ikimizi. 
İngiliz'in hepsi değil domuzu 
Sabaha karşı aldı canımızı.

920'nin 16 Martı 
basıldı Vezneciler'de karargâh. 
Uyan be tosunum uyan. 
Üçümüzü uykuda kesti kâfir, 
üçümüz : Abdullah çavuş, Şarkışla'dan Osman, 
                                bir de Zileli Abdülkadir.

920'nin 16 Martı 
Bozdoğan Kemeri'nde 
kurşuna dizdi kâfir ikimizi. 

Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı,
Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi.

920'nin 16 Martı 
uykuda kesti kâfir üçümüzü. 
Soktu Osman'ın karnına kasaturayı, 
bastı göğsüne kâfirin dizi. 
Dört çocuk babasıydı Abdullah çavuş. 
Doymadı dünyasına Abdülkadir. 
Üçümüzü uykuda kesti kâfir, 
kurşuna dizdi ikimizi.

920'nin 16 Mart sabahı, 
karakolun karşısında 
          bırakmadım elimden silâhı, 
          yere serdim iki İngiliz'i. 
Senin ırzını kurtardım İstanbul'um, 
Sana can feda çakır gözlü gülüm.

Üçümüzü uykuda kesti kâfir, 
kurşuna dizdi ikimizi. 
Şimdi üçümüz : 
Abdullah ve Osman ve Abdülkadir, 
taşları yan yana yatar Eyüp'te. 
Arama, bulamazsın ikimizin kabrini, 
belki maşrıkta, belki mağripte, 
biz de bilemeyiz yerini. 

Uykuda kestiler üçümüzü, 
kurşuna dizdiler ikimizi, 
Ahmet oğlu Nasuh arkadaşımın adı, 
Reşadiyeli Veli oğlu Memet benimkisi. 
Bir de altıncımız var, 
kara kaytan bıyıklı bir şehit, 
son mekânı şöyle dursun, 
              adını da bilen yok... 

ALTINCI BAP 

MUHAREBELER 
ve 
DÜŞMAN ELİNDE KALANLAR 
ve 
KARTALLI KÂZIM'IN HİKÂYESİ 

İnönü meydanı, yavrum, 
rüzgâr, 
soğuklar insanı arı gibi haşlıyor. 
Zemheriler bitti diyelim, 
              hamsin ya başladı, ya başlıyor. 
Muharebe beş gün beş gece sürdü. 
Kan gövdeyi götürdü. 
Ve nihayetinde 
düşmanlar karın üstünde 
                    top arabaları, sandıklar dolusu konyak, 
                                         altı kamyon bıraktılar. 
Sonra, kaçarlarken, yavrum, 
                               köyleri, köprüleri yaktılar...

Bu, Birinci İnönü, 
sonra ikincisi : 
23 Mart 1921 günü 
düşmanın Bursa ve Uşak grupları üstümüze yürüyor. 
Onlarda, topçu ve piyade 
                     bizden üç kere fazla, 
bizim atlımız çok. 
Atların makanizması, 
                        hartucu, 
                                namlusu yoktur 
ve kılıç 
          çıplak, ucuz bir demirdir. 
26 Mart : 
Akşam. 
Sağ cenah ilerimize yanaştılar. 
27 Mart : 
Bütün cephelerde temas. 
28, 29, 30 : 
Kavgaya devam. 
Ve Martın 31'inci gecesinde, 
                 (ayışığı var mıydı bilmiyorum) 
İnönü karanlığı sesler ve kıvılcımlarla doluydu. 
Ve ertesi gün 
                    1 Nisan : 
                          Metristepe aydınlanıyor. 
Saat altı otuz. 
Bozöyük yanıyor. 
Düşman muharebe meydanını silâhlarımıza terketmiştir.

Sonra, 8 Nisandan 11 Nisana kadar : 
Dumlupınar.

Sonra, Haziran. 
Bir yaz gecesi. 
Dünyada yalnız pırıltılar 
                        ve böceklerin sesi. 
Sakarya'yı üç yerinden sallarla geçiyoruz. 
Basarak aldık 
                    Adapazarı'nı. 
Ve dolaşıp Sapanca Gölü'nün sazlıklarını 
            yanaştık İzmit'in doğusunda çuha fabrikasına. 
Düşman, 
kısmen gemilere binerek 
                                    denizden 
ve kısmen 
               Karamürsel üzerinden 
                                     Bursa'ya çekilip 
               boşalttı İzmit şehrini gece yarısı.

Sonra 23 Ağustos : 
Sakarya melhamei kübrâsı ki 
devamı 13 Eylül gününe kadardır. 
Bizim kırk bin piyademiz, 
                          dört bin beş yüz atlımız, 
düşmanın seksen sekiz bin piyadesi, 
                                        üç yüz topu vardır. 
Harp meydanının kuzey yanı 
                              Sakarya 
                                         ve dağlardır : 
keskin 
        ve dik yamaçlarıyla 
ve kireçli toprakları 
       ve kayalarında tek başlarına birbirinden uzak 
haşin 
        ve münzevi çam ağaçlarıyla 
                                               Abdülselâm-dağı, 
                                                              Gökler-dağı, 
                                                                                dağlar.

Ve Sakarya'dan bu havalide 
yalnız, çatal tırnaklı karacalar su içmektedir. 
Ankara suyunun döküldüğü yerden 
                     Eskişehir kuzeybatısına kadar 
Sakarya mecrası uçurumlar içinden geçmektedir. 
Güneyde 
        ve güneydoğuda 
        yapraksız ve hazin 
                       geniş ve uzun 
ve insana bıraktığı hiçbir şeye acımadan 
                                                ölmek arzusu veren 

                    
                                     Cihanbeyli ovası : 
                                                                                 çöl... 
Bu çölün, 
            bu dağların, 
                      bu nehrin ve bizim önümüzde 
yirmi iki gün ve gece fasılasız dövüşüp 
düşman ordusu ric'ata mecbur kaldı.

Buna rağmen : 
Sene 1922 
         ve 15 vilâyet ve sancak 
                     ve 9 büyük şehir 
                     düşman elindedir. 
İnanılmaz şeyler düşmandadır ki 
                              bunların arasında : 
7 göl, 11 nehir 
ve köklerinde baltamızın yarası 
        ve yangınlarıyla bizim olan 
                      yüz kere yüz bin dönüm orman, 
bir tersane, iki silâh fabrikası, 
ve 19 körfez ve liman ki 
       belki birçoğunun 
            rıhtımı, 
                    mendireği, 
                              kırmızı, yeşil fenerleri yoktur 
ve belki sularında 
           ateş kayıklarının ışıltısından başka ışık yanmadı, 
fakat onlar 
        tahta iskeleleri ve kederli balıkçılarıyla bizimdiler. 
Sonra, 3 deniz, 
           6 kol tren hattı, 
sonra, göz alabildiğine yol : 
sılaya gittiğimiz, 
gurbette göründüğümüz 
ve neden 
          ve niçin olduğunu sormadan 
çöle, Çanakkale'ye, 
                  ölüme gittiğimiz yol 
ve sonra toprak 
ve o toprağın insanları : 
Uşak tezgâhlarının halı dokuyanları, 
klaptan işlemeli eğerleriyle meşhur 
                            Manisa'lı saraçlar, 
yol kıyılarında ve istasyonlarda açlar 
ve kurnaz 
           ve cesur 
                 ve ağırbaşlı ve çapkın 
                               ve kütleleriyle delikanlı 
                                      İstanbul ve İzmir işçileri 
ve zahire ve kantariye tâcirleriyle eşraf ve âyân, 
kıl çadırlı yürükleri Aydın'ın, 
ve sonra, ırgat, 
                    ortakçı, 
                              maraba, 
davarlı ve davarsız, 
yarım meşin çizmeli 
              ve ham çarıklı köylüler. 
15 vilâyet ve sancak 
        ve 9 büyük şehir 
            düşman elindedir.

Mehtaplı bir gece, 
gümüş bir kutunun içindesin : 
          ortalık öyle bir tuhaf aydınlık, öyle ıssız. 
Ya çok seslidir 
         ya hiç ses vermez mehtaplı gece zaten.

Yatıyor filintasının arkasında Kartallı Kâzım. 
Kız gibi Osmanlı filintası. 
Parlıyor arpacık 
                     namlının ucunda : 
yüz yıllık yoldaymış gibi uzak 
                                   ve bir damlacık.

Kâzım emir aldı merkezden : 
Gebze'deki İngiliz'in tercümanı vurulacak. 
Köylerde teşkilât kurmuş tercüman Mansur : 
                                       satıyor bizimkileri.

Kâzım iyi hesaplamış herifin geçeceği yeri. 
İşte sökün etti Mansur karşıdan : 
                      beygirin üzerinde. 
Beygir yüksek, 
                İngiliz kadanası. 
Kendi halinde yürüyor hayvan 
                         ortasında demiryolunun 
                                       sallana sallana, 
                                                  ağır ağır. 
Tercüman herhalde bırakmış dizginleri, 
                            başı sallanıyor, 
                                   belki de uyuyor üzerinde beygirin.

Yaklaştıkça büyüyor herif. 
Zaten mehtapta heybetli görünür insan.

Arada kaldı kalmadı dört yüz adım, 
namlıyı kaldırdı birazcık Kâzım, 
nişan aldı sallanan başına Mansur'un. 
Soldaki yamaçtan bir taş parçası düştü. 
Bir kuş uçtu sağdaki ağaçtan, 
             -ağaç çınar-. 
Kuş ürkmüş olacak. 
Çevrildi Kâzım'ın başı kuşun uçtuğu yana, 
                        mehtapla yüz yüze geldiler. 
                        Mehtap koskocaman, 
                                                  desdeğirmi, 
                                                             bembeyaz. 
                        Ve Kâzım'ın gözünü aldı âdeta. 
Zaten bu yüzden, 
tekrar göz, gez, arpacık 
                       ve filintayı ateşlediği zaman 
ilk kurşun Mansur'un başını delecek yerde 
                                        galiba omuzuna girdi. 
Herif  «Hınk» dedi bir, 
beygirin başını çevirdi 
                        dörtnal kaçıyor. 
Yetiştirdi ikinci kurşunu Kâzım. 

Beygirin üstünde sola yıkıldı Mansur

Kuvayi Milliye —05.Kasim.1941  Nazım Hikmet RAN

Saat 21  22 Siirleri  Piraye Için Yazilmis  Nazım Hikmet RAN
Kuvayi Milliye  Nazım Hikmet RAN 05.Kasim.1941Kaynak: Nazım Hikmet Bütün Siirleri Yapı Kredi Yayınlarıı

|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı İmparatorluğu  03.06.1963MoskovaSSCB|
|TürkSair OyunYazarıRomancıAYazarıRomantikKomünist ve RomantikDevrimci|

Nazım Hikmet RAN
Kız Çocuğu1956  Nazım Hikmet RAN
09 Ağustos 2017 Çarșamba 
Kız Çocuğu  Nazım Hikmet RAN

Kapıları çalan benim
Kapıları birer birer…
Gözünüze görünemem
Göze görünmez ölüler…

Hiroşima'da öleli
Oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
Büyümez ölü çocuklar…

Saçlarım tutuştu önce,
Gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
Külüm havaya savruldu…

Benim sizden kendim için
Hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
Kâat gibi yanan çocuk…

Çalıyorum kapınızı,
Teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin
Şeker de yiyebilsinler…

 Kız Çocuğu1956  Nazım Hikmet RAN
Kız Çocugu  Nazım Hikmet RAN 07.Ekim.1956TaşkentKaynak: Nazım Hikmet Bütün Siirleri Yapı Kredi Yayınları

|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı İmparatorluğu  03.06.1963MoskovaSSCB|
|TürkSair OyunYazarıRomancıAYazarıRomantikKomünist ve RomantikDevrimci|

Nazım Hikmet RAN
Bulutlar Adam Öldürmesin06.Şubat.1955  Nazım Hikmet RAN
20 Temmuz 2017 Perşembe

Bulutlar Adam Öldürmesin  06.Şubat.1955  Nazım Hikmet RAN …

Analardır adam eden adamı
aydınlıklardır önümüzde gider.
Sizi de bir ana doğurmadı mı?
Analara kıymayın efendiler,
         Bulutlar Adam Öldürmesin.

Koşuyor altı yaşında bir oğlan,
uçurtması geçiyor ağaçlardan,
siz de böyle koşmuştunuz bir zaman.
Çocuklara kıymayın efendiler,
         Bulutlar Adam Öldürmesin.

Gelinler aynada saçını tarar,
aynanın içinde birini arar.
Elbet böyle sizi de aradılar.
Gelinlere kıymayın efendiler,
         Bulutlar Adam Öldürmesin.

İhtiyarlıkta aklına insanın,
tatlı anıları gelmeli yalnız.
Yazıktır, ihtiyarlara kıymayın,
efendiler, siz de ihtiyarsınız.
         Bulutlar Adam Öldürmesin

Bulutlar Adam Öldürmesin  06.Şubat.1955  Nazım Hikmet RAN …
Bulutlar Adam Öldürmesin  Nazım Hikmet RAN 06.Şubat.1958Kaynak: Nazım Hikmet Bütün Siirleri Yapı Kredi Yayınları

|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı İmparatorluğu  03.06.1963MoskovaSSCB|
|TürkSair OyunYazarıRomancıAYazarıRomantikKomünist ve RomantikDevrimci|

Nazım Hikmet RAN
Delikanlım! Iyi Bak Yildizlara  Nazım Hikmet RAN

28 Şubat 2018 Çarşamba

Delikanlım! İyi Bak Yıldızlara  Nazım Hikmet RAN

Delikanlım!
İyi Bak Yıldızlara.
onları belki bir daha göremezsin.
Belki bir daha
yıldızların ışığında
kollarını ufuklar gibi açıp geremezsin…
Delikanlım!
Senin kafanın içi
yıldızlı karanlıklar
kadar
     güzel, korkunç, kudretli ve iyidir.
Yıldızlar ve senin kafan
     kâinatın en mükemmel şeyidir.
Delikanlım!
Sen ki, ya bir köşebaşında
      kan sızarak başından
gebereceksin.
ya da bir darağacında can vereceksin.
iyi bak yıldızlara
onları göremezsin belki bir daha
Delikanlım!

Delikanlım! İyi Bak Yıldızlara  Nazım Hikmet RAN
Delikanlım! İyi Bak Yıldızlara  Nazım Hikmet RAN 07.Ekim.1958TaşkentKaynak: Nazım Hikmet Bütün Siirleri Yapı Kredi Yayınları

|Nazım Hikmet RAN|
|17.01.1902SelanikOsmanlı İmparatorluğu  03.06.1963MoskovaSSCB|
|TürkSair OyunYazarıRomancıAYazarıRomantikKomünist ve RomantikDevrimci|
Siirleri — Nazım Hikmet RAN… Siirleri — Nazım Hikmet RAN… Reviewed by ümitse on 02:00:00 Rating: 5

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.